Kur’ân-ı Hakîm’de Miracın
hangi sûrelerde anlatıldığını inceleyecek olursak, İsrâ ve Necm Sûreleri
çıkar karşımıza. İsrâ Sûresinde bu büyük mucizenin ‘Mescid-i Haram’dan
Mescid-i Aksâ’ya gece yürüyüşü’ kısmı, Necm Sûresinde ise tâ
Sidretü’l-Münteha’ya, Kâb-i Kavseyn’e kadar yükseliş kısmı anlatılır.
Ancak, İsrâ Sûresine dair kendi okumalarım, keza şefkatli bir ağabeyimin
hediye ettiği bir Abdussamed CD’sinden defaatle dinleyişim hengâmında,
çözemediğim bir soru kalmıştır hep aklımda: Neden bu sûrenin yalnızca
ilk âyeti Miracın ilk kısmı olan ‘Mescid-i Haram’dan (Kâbe’den) Mescid-i
Aksâ’ya gece yürüyüşü’nü anlatıyor da, hemen sonraki âyette Benî
İsrail’e geçiyor, sonraki âyette Nuh aleyhisselamın bahsi derken sûre bu
şekilde devam ediyor?
Sûrenin yalnızca ilk âyetinde Miracın anlatılmasını takip eden 110
âyette ise Miraca dair bir söz ve atfın bulunmaması, açıkçası İsrâ
Sûresine muhatap oluşumda bir dikkat ve merak konusu haline gelmişti
benim için.
Sûre bu şekilde merak ve dikkatini celbedince de, bu sûreye dair
bilgilere açık hale geliyor, bu sûre için yazılıp söylenenlere daha bir
dikkat eder hale geliyor insan.
Ki, bu merak iledir ki, isim gereği okuduğum bir kitaptan, sûrenin bu
ilk âyetindeki ‘abdihî’ ifadesinin bir hikmetini öğrenmiş oldum. Bir
meâli “Bir gece kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye
kulunu Mescidü’l-Haram’dan Mescidü’l-Aksâ’ya götüren Allah, her nevî
eksiklikten münezzehtir. O Semîu’l-Basîr’dir” olan bu ilk âyette,
Resûl-î Ekrem’den ismiyle veya ‘rasûlihî’ diye değil de ‘abdihî’ diye
söz edilmesi, bir ubudiyet dersi taşıyordu bu kitaptan öğrendiğime göre.
En zirve noktası secde olan bir ubudiyet hali üzere olan bir ‘kul,’
zahirde ve de enaniyet nazarıyla bakılırsa, bir düşüş yaşıyor gibi
görülüyordu. Oysa, Mirac gibi bir yükseliş yaşama imkânı, ‘kul’ olduğunu
idrake ve ‘abdihî’ yani ‘O’nun kulu’ olduğunun şuuruyla yaşamaya
bağlıydı. Resûlullah’ın miracından onun ismini zikretmeden ve risâlet
sıfatını da sözkonusu etmeden ‘abdihî’ ifadesinin kullanılışı,
öncelikle, abdiyet içindeki yükselişin, Rabbi karşısında benlik
iddiasından soyunarak kemale ermenin, kulluğunu idrak ile mahlûkat
içinde sultanlığa yükselmenin dersini veriyordu. ‘Abdihî’nin bir diğer
hikmeti ise, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) Muhammed veya Ahmed olarak ismi
yahut nebî veya resûl olarak vasfı zikrolunacak olsa, bu hadiseyi yalnız
ona has görüp kendine bir hisse bir ders-i teşvik çıkarmaya yanaşmaması
muhtemel biz muhatapları kendi hususî miracımızı gerçekleştirmeye
teşvik idi. Resûlüne miracı ‘risâleti’ cihetiyle değil ‘abdiyet’i
cihetiyle hediye ettiğini bu şekilde bize bildiren Rabb-i Rahîm, bizleri
de Resûl-i Ekrem’in yürüdüğü yolda bir ubudiyet talimine dâvet ediyor;
siz de o yolda giderseniz, size de kendi istidadınızca bir miracı nasip
ederim mesajı veriyordu açıkcası. Ki, İmam Şâfiî gibi hidayet önderleri,
muhtemelen Miracdaki bu ‘abdihî’ vurgusundan hareketle, Miracın
sünnet-i seniyyenin teyidi olduğunu, Mirac ile Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.)
sünnetine ittiba ile kemal bulabileceğimizin bize öğretildiğini
söylemişlerdi. Mirac Risâlesi gibi tadına doyulması zor güzelim bir
eserin müellifi olan Bediüzzaman Said Nursî de, muhtemelen bu
‘abdihî’den hareketle, gerek bu risâlede gerek diğerlerinde
Resûlullah’ın ‘velâyeti,’ yani şahsî ubudiyeti ile Miraca çıktığı,
risâletiyle geri döndüğü hususunu vurgular; hatta, lâtif bir espri de
taşıyan şu ifadeleri kullanır:
“... Zât-ı Ahmediye
aleyhissalatu vesselam o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risâletiyle
dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve
kalb ile o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr ü sülûk
edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.”
İsrâ Sûresine dair soru ve
peşisıra gelen dikkat ve merak ile, zaman içinde sûrenin ilk âyetinde
‘abdihî’ ifadesinden hâsıl olan böylesi nuranî izahları bir kitabın
yardımıyla bir derece keşfetsem dahi, en başta sorduğum soru hâlâ ortada
duruyor; farkındayım. İsrâ Sûresinin ilk âyeti Miracın başlangıcından
bahsederken, niye ikinci âyet Benî İsrail’i ve Musa aleyhisselamdan,
üçüncü âyet Nuh aleyhisselamdan, dördüncü âyet gene Benî İsrail’den söz
ediyor ve sûre öylece devam ediyor.
Sorumun bu kısmına cevap bulmamı ise, müdakkik bir Kur’ân talebesi olan,
Risâle-i Nur’u da dikkatle okuyan bir ağabeyime borçluyum. Onun
anlattığından anladığım kadarıyla aktarayım: Bu soru, doğru değil. İsrâ
Sûresi, yalnızca ilk âyetinde Miracı anlatmıyor, başından sonuna kadar
Miracı anlatıyor. Bize, kendi miracımızı yaşamamız için yapmamız
gerekenleri, keza yapmamamız gerekenleri; neye dikkat edip nazarımızı
neden geri çekmemiz gerektiğini bildiriyor. Sûreye bu nazarla bakınca,
kendi ubudiyet miracımızı yaşamamız için hayatımıza taşımamız gereken
namaz, anne-babaya iyilik, infak, şefkat, güzel sözlülük.. gibi bir dizi
ölçüyü; keza israftan sakınma, zinaya yaklaşmama, rızık endişesiyle
hududullahı çiğnememe, ölçüde-tartıda adil olma.. gibi bir dizi ölçüyü
görüyoruz. Bütün bunları emreden âyetler İsrâ Sûresinde, bir ‘abd’
olarak Resûl-i Ekrem’in miracının zikredildiği birinci âyetten hemen
sonra geliyor ki, bu ölçülere tam riayet etmiş o kudsî nebînin açtığı
mirac yolunda istidadımızca biz de yürüyelim. Keza, yine bu sûrede
anlatılan, Musa ve Nuh aleyhisselamlar gibi nebileri örnek alıp Benî
İsrail ve Firavun, geçmişteki sair bozguncu kavimler gibi menfi
örneklerden uzak duralım ki, miracımıza ulaşalım.
Bu gece idrak edeceğimiz Mirac Gecesi öncesinde, hem bir leyle-i Mirac
tebriği, hem o gün İsrâ ve Necm Sûrelerinin okunmasına bir dâvet ve
teşvik olmak üzere, müdakkik simalar vesilesiyle dünyama taşıyan bazı
İsrâ nüktelerini paylaşayım istedim.
(Bize ‘miracı’
anlatan ve kendi miracımızı nasıl başaracağımızın yolunu öğreten bu
sûrenin 44. âyetinin, “Âyetü’l-Kübrâ” Risâlesinin kendisinden alınan
ders ve ilhamla yazıldığı ‘âyet-i kübra’ olduğunu; Bediüzzaman’ın
mektuplarında en ziyade kullandığı giriş ifadesi olan “Ve in min şey’in
illâ yüsebbihu bi hamdihî” ifadesinin de bu âyetin cümlelerinden
olduğunu bilvesile belirtelim. Yani, miracın bir ayağını da kâinata
Sânii adına nazar edip eserleri ve fiilleri üzerinden O’nun esma ve
sıfatını tefekkür teşkil ediyor.)
Rabbimizin Mirac Gecemizi ubudiyet yolumuzda bir köşe taşı ve bir
yükseliş noktası kılması; bu gece bu şuur ve bu idrakle yaşamayı bize
nasip etmesi duâsıyla...
Metin Karabaşoğlu
hangi sûrelerde anlatıldığını inceleyecek olursak, İsrâ ve Necm Sûreleri
çıkar karşımıza. İsrâ Sûresinde bu büyük mucizenin ‘Mescid-i Haram’dan
Mescid-i Aksâ’ya gece yürüyüşü’ kısmı, Necm Sûresinde ise tâ
Sidretü’l-Münteha’ya, Kâb-i Kavseyn’e kadar yükseliş kısmı anlatılır.
Ancak, İsrâ Sûresine dair kendi okumalarım, keza şefkatli bir ağabeyimin
hediye ettiği bir Abdussamed CD’sinden defaatle dinleyişim hengâmında,
çözemediğim bir soru kalmıştır hep aklımda: Neden bu sûrenin yalnızca
ilk âyeti Miracın ilk kısmı olan ‘Mescid-i Haram’dan (Kâbe’den) Mescid-i
Aksâ’ya gece yürüyüşü’nü anlatıyor da, hemen sonraki âyette Benî
İsrail’e geçiyor, sonraki âyette Nuh aleyhisselamın bahsi derken sûre bu
şekilde devam ediyor?
Sûrenin yalnızca ilk âyetinde Miracın anlatılmasını takip eden 110
âyette ise Miraca dair bir söz ve atfın bulunmaması, açıkçası İsrâ
Sûresine muhatap oluşumda bir dikkat ve merak konusu haline gelmişti
benim için.
Sûre bu şekilde merak ve dikkatini celbedince de, bu sûreye dair
bilgilere açık hale geliyor, bu sûre için yazılıp söylenenlere daha bir
dikkat eder hale geliyor insan.
Ki, bu merak iledir ki, isim gereği okuduğum bir kitaptan, sûrenin bu
ilk âyetindeki ‘abdihî’ ifadesinin bir hikmetini öğrenmiş oldum. Bir
meâli “Bir gece kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye
kulunu Mescidü’l-Haram’dan Mescidü’l-Aksâ’ya götüren Allah, her nevî
eksiklikten münezzehtir. O Semîu’l-Basîr’dir” olan bu ilk âyette,
Resûl-î Ekrem’den ismiyle veya ‘rasûlihî’ diye değil de ‘abdihî’ diye
söz edilmesi, bir ubudiyet dersi taşıyordu bu kitaptan öğrendiğime göre.
En zirve noktası secde olan bir ubudiyet hali üzere olan bir ‘kul,’
zahirde ve de enaniyet nazarıyla bakılırsa, bir düşüş yaşıyor gibi
görülüyordu. Oysa, Mirac gibi bir yükseliş yaşama imkânı, ‘kul’ olduğunu
idrake ve ‘abdihî’ yani ‘O’nun kulu’ olduğunun şuuruyla yaşamaya
bağlıydı. Resûlullah’ın miracından onun ismini zikretmeden ve risâlet
sıfatını da sözkonusu etmeden ‘abdihî’ ifadesinin kullanılışı,
öncelikle, abdiyet içindeki yükselişin, Rabbi karşısında benlik
iddiasından soyunarak kemale ermenin, kulluğunu idrak ile mahlûkat
içinde sultanlığa yükselmenin dersini veriyordu. ‘Abdihî’nin bir diğer
hikmeti ise, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) Muhammed veya Ahmed olarak ismi
yahut nebî veya resûl olarak vasfı zikrolunacak olsa, bu hadiseyi yalnız
ona has görüp kendine bir hisse bir ders-i teşvik çıkarmaya yanaşmaması
muhtemel biz muhatapları kendi hususî miracımızı gerçekleştirmeye
teşvik idi. Resûlüne miracı ‘risâleti’ cihetiyle değil ‘abdiyet’i
cihetiyle hediye ettiğini bu şekilde bize bildiren Rabb-i Rahîm, bizleri
de Resûl-i Ekrem’in yürüdüğü yolda bir ubudiyet talimine dâvet ediyor;
siz de o yolda giderseniz, size de kendi istidadınızca bir miracı nasip
ederim mesajı veriyordu açıkcası. Ki, İmam Şâfiî gibi hidayet önderleri,
muhtemelen Miracdaki bu ‘abdihî’ vurgusundan hareketle, Miracın
sünnet-i seniyyenin teyidi olduğunu, Mirac ile Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.)
sünnetine ittiba ile kemal bulabileceğimizin bize öğretildiğini
söylemişlerdi. Mirac Risâlesi gibi tadına doyulması zor güzelim bir
eserin müellifi olan Bediüzzaman Said Nursî de, muhtemelen bu
‘abdihî’den hareketle, gerek bu risâlede gerek diğerlerinde
Resûlullah’ın ‘velâyeti,’ yani şahsî ubudiyeti ile Miraca çıktığı,
risâletiyle geri döndüğü hususunu vurgular; hatta, lâtif bir espri de
taşıyan şu ifadeleri kullanır:
“... Zât-ı Ahmediye
aleyhissalatu vesselam o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risâletiyle
dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve
kalb ile o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr ü sülûk
edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.”
İsrâ Sûresine dair soru ve
peşisıra gelen dikkat ve merak ile, zaman içinde sûrenin ilk âyetinde
‘abdihî’ ifadesinden hâsıl olan böylesi nuranî izahları bir kitabın
yardımıyla bir derece keşfetsem dahi, en başta sorduğum soru hâlâ ortada
duruyor; farkındayım. İsrâ Sûresinin ilk âyeti Miracın başlangıcından
bahsederken, niye ikinci âyet Benî İsrail’i ve Musa aleyhisselamdan,
üçüncü âyet Nuh aleyhisselamdan, dördüncü âyet gene Benî İsrail’den söz
ediyor ve sûre öylece devam ediyor.
Sorumun bu kısmına cevap bulmamı ise, müdakkik bir Kur’ân talebesi olan,
Risâle-i Nur’u da dikkatle okuyan bir ağabeyime borçluyum. Onun
anlattığından anladığım kadarıyla aktarayım: Bu soru, doğru değil. İsrâ
Sûresi, yalnızca ilk âyetinde Miracı anlatmıyor, başından sonuna kadar
Miracı anlatıyor. Bize, kendi miracımızı yaşamamız için yapmamız
gerekenleri, keza yapmamamız gerekenleri; neye dikkat edip nazarımızı
neden geri çekmemiz gerektiğini bildiriyor. Sûreye bu nazarla bakınca,
kendi ubudiyet miracımızı yaşamamız için hayatımıza taşımamız gereken
namaz, anne-babaya iyilik, infak, şefkat, güzel sözlülük.. gibi bir dizi
ölçüyü; keza israftan sakınma, zinaya yaklaşmama, rızık endişesiyle
hududullahı çiğnememe, ölçüde-tartıda adil olma.. gibi bir dizi ölçüyü
görüyoruz. Bütün bunları emreden âyetler İsrâ Sûresinde, bir ‘abd’
olarak Resûl-i Ekrem’in miracının zikredildiği birinci âyetten hemen
sonra geliyor ki, bu ölçülere tam riayet etmiş o kudsî nebînin açtığı
mirac yolunda istidadımızca biz de yürüyelim. Keza, yine bu sûrede
anlatılan, Musa ve Nuh aleyhisselamlar gibi nebileri örnek alıp Benî
İsrail ve Firavun, geçmişteki sair bozguncu kavimler gibi menfi
örneklerden uzak duralım ki, miracımıza ulaşalım.
Bu gece idrak edeceğimiz Mirac Gecesi öncesinde, hem bir leyle-i Mirac
tebriği, hem o gün İsrâ ve Necm Sûrelerinin okunmasına bir dâvet ve
teşvik olmak üzere, müdakkik simalar vesilesiyle dünyama taşıyan bazı
İsrâ nüktelerini paylaşayım istedim.
(Bize ‘miracı’
anlatan ve kendi miracımızı nasıl başaracağımızın yolunu öğreten bu
sûrenin 44. âyetinin, “Âyetü’l-Kübrâ” Risâlesinin kendisinden alınan
ders ve ilhamla yazıldığı ‘âyet-i kübra’ olduğunu; Bediüzzaman’ın
mektuplarında en ziyade kullandığı giriş ifadesi olan “Ve in min şey’in
illâ yüsebbihu bi hamdihî” ifadesinin de bu âyetin cümlelerinden
olduğunu bilvesile belirtelim. Yani, miracın bir ayağını da kâinata
Sânii adına nazar edip eserleri ve fiilleri üzerinden O’nun esma ve
sıfatını tefekkür teşkil ediyor.)
Rabbimizin Mirac Gecemizi ubudiyet yolumuzda bir köşe taşı ve bir
yükseliş noktası kılması; bu gece bu şuur ve bu idrakle yaşamayı bize
nasip etmesi duâsıyla...
Metin Karabaşoğlu